5 Mart 2011 Cumartesi

Ustalara Saygı Kuşağı(1): GIANFRANCO ZOLA

1966 yılının Temmuz ayında düzenlenen Dünya Kupası İngiltere'nin kazandığı son uluslararası kupa olarak havaya kaldırmakla meşgulken, Arjantin'de düyayı yerinden sallayacak bir bücür 7 yaşına basmak üzere günlerini sayarken, Avrupa'nın en büyük klubü olmak için Real Madrid ve Partizan kapışırken, insanlık Ay'a gitme umudunu taşıyorken İtalya'nın Sardinya şehrinin Oliena kasabasında bir bebek dünyaya geldi. Zola ailesi çocuklarına tipik İtalyan adı olan Gianfranco'yu uygun gördüler. Gianfranco ergenlik yaşlarında merak saldığı futbola ilgisini yerel bir kulüp olan Nuorese'ya giderek geliştirmeye başladı. 18 yaşına geldiğinde ilk profesyonel kontrata imzasını atan Gianfranco, oynadığı kulupte 31 defa forma giydi ve 10 gol atabilme başarısı gösterdi. 1986 yılında ailesiyle birlikte Sardinya'dan taşınmak zorunda kaldı. Sassari kentine taşınana Zola burada da İtalya'nın Seri C kuluplerinden olan Torres'de futbol hayatına kaldığı yerden devam etti ve Napoli scoutları kendisini 1989 yılında keşfedene kadar 88 maçta top peşinde koşup 24 gol attı.


1989 yılında Napoli'ye imza attı. Zola doğduğunda 6 yaşında olan bücür çok yol katetmiş ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olarak gösteriliyordu. Zola ise takıma bu bücürün yani Maradona'nın yedeği olarak alınmıştı. Bu noktadan itibaren Zola bir Tsubasa edasıyla antremanlarını asla kaçırmıyor, antreman sonrası ise Maradona'nın ayağına bakıyor, iki-üç hareket öğrenebilmek için ekstradan Maradona'yla birlikte çalışıyordu. "Duran topların usta ismi olmayı Maradona'dan öğrendim" diyor Zola. Sezon başladığında ise çoğu zaman yedek kulubesinde oturan genç yetenek , herkes gibi Maradona'yı sahada hayranlıkla izliyordu. Maradona 1989 yılında olmasa da 1990 yılında Napoli'yi şampiyon yaptığında Zola 25 yaşına gelmişti. 1991 yılında Maradona Napoli'den ayrıldığında artık takımın tek bücürü Zola idi. Zola'nın sırtladığı Napoli  İtalya Süper Kupası'nı 1991 yılında kazandı ve aynı yıl ilk defa milli oldu. -asıl milli olduğu yaşı bilemeyiz tabi ki- 1993 yılına kadar takımda kaldı ama Maradona'yı kaybedince kendilerini de kayıp ilan eden Napoli artık sıradan bir anadolu takımıydı ve Zola'nın burada harcanmaması gerekiyordu. 1993 yılında 105. kez formasını giydiği Napoli'de 32. golünü kaydederek Napoli'ye veda ediyordu. O'nu takımında görmek isteyen ise 90'larda altın çağını yaşayan Parma'nın yaşlı kurdu Nevio Scala idi.



Parma 92-93 sezonunda Kupa Galipleri Kupası şampiyonu olmuş ve Avrupa'nın tozunu attırmaktaydı. Zola ise geldiği seneden itibaren takımın vazgeçilmez oyuncularından birisi olmuştu. İtalyan Melli ve Kolombiya'lı Asprilla'lı kadrosuyla dosta güven düşmana korku salan Parma 93-94 sezonunda Zola'nın da takıma adapte olmasıyla birlikte yine Avrupa'nın tozunu attırıyor fakat ligde istenilen başarı bir türlü gelmiyordu. 93-94 sezonunda Kupa Galipleri Kupası'nda finale Zola ve Broli'nin taşıdığı Parma Arsenal'e kaybediyor ve ligi de 5. sırada bitiriyordu. 94-95 sezonunda ise ligde yine istediğini elde edemeyip ligi 5. sırada bitiren Parma 93 yılından bu yana sürdürdüğü Avrupa'da final oynama geleneğine bu sefer UEFA Kupası'nda devam ediyordu. Bu defa Zola'nın partneri Dino Baggio idi ve UEFA Kupası finaline kadar oynanan maçlara damgasını vuran bu ikili nin karşısında finalde Juventus vardı. Juventus'u kendi evinde 1-0 ve deplasman ise 1-1 lik skorlarla deviren Parma 94-95 sezonunun UEFA Kupası şampiyonu oluyordu. Zola takımın bir numaralı yıldızıydı ve 95-96 sezonunda ise çıta yine Avrupa'da başarı ve ligde şampiyonluk yarışı idi. Fakat UEFA Kupası'na Çeyrek Finalde veda eden Parma ligi de 6. bitirerek büyük bir hayal kırıklığı yaaratıyordu. Yaşlı kurt Envio Scala ile bu kadar diyen Parma Orta Yaş bunalımına girmiş Carlo Ancelotti ile masaya oturuyor ve şampiyonluk planları yapıymaya başlıyordu.


İtalya Milli Takımı'nın da umudu olan Zola İngiltere Euro 96 kadrosuna davet edildi. Güzel bir turnuva geçirmesine rağmen ilk turda Almanya karşısında "yıldızlar penaltı kaçırır klişesini" haklı çıkartarak kullandığı penaltısını kaçırdı ve İtalya evinin yolunu tuttu. İlginçtir çok uzun süren kariyeri boyunca sadece 35 kez milli olmuş ve 10 gol atabilmiştir. 97 yılından sonra ise bir daha milli takıma çağırılmadı.



96-97 sezonu Parma yine Avrupa'da başarı ve ligde şampiyonluk parolasıyla başlamıştı. Carlo Ancelotti'nin sıkı sisteminin en önemli parçası olacağı tahmin edilen Zola, Ancelotti ile anlaşamıyor fakat yine de 10 golle takımın en golcü futbolcusu olmayı başarıp takımının ligi Juventus'un ardından ikinci sırada tamamlamasını sağlıyordu.. Bu anlaşmazlığın üzerine Zola sezon Parma ile birlikte çıktığı 102. maçında 43. golünü attıktan sonra Ruud Gullit'in kurduğu Chelsea'ye 4.5 milyon Pound karşılığında satılır ve efsane olacağı evi olan Stamford Bridge'e gider.

Zola'nın yıldızlaştığı Chelsea 97-98 sezonunda rüya gibi bir sezon geçirerek hem Lig Kupası'nı hem Kupa Galipleri Kupası'nı hem de Süper Kupa'yı müzesine götürüyordu. Hafızalara kazınan gollerinden birisini ise Kupa Galipleri Kupası finaline yedek başlayıp, girer girmez gol attığı Stutgart maçıdır. Tüm bu başarıların ardından İngiltere'de yılın futbolcusu ödülüne layık görülüyor, 25 numaranın simgesi haline geliyordu. Hedefi Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu olan Zola ve Chelsea 99-00 sezonunda Çeyrek Final'de Barcelona'ya yenilirken Zola 3 gol atıyordu. Zola'nın taşıdığı Chelsea ligde sezonu ilk 4 içinde bitirirken F.A Cup şampiyonluğuna ulaşıyordu. O zamanlar partneri Flo ile gerçekten müthiş bir ikili olmuşlardı üstelik Ali Sami Yen'de de canımızı yakmışlardı.


Artık 34 yaşına merdiven dayayan zorla Chelsea'de gollerini atmaya ve attırmaya devam etti. Ranieri takıma geldikten sonra yeni partnerleri Jimmy Floyd Hasselbaink ve Eidur Gudjohnsen ile takımını Premier Lig'de ilk dört arasına sokmayı başardı. 2003 yılında kulübün Abramovic'e satılmasıyla tüm büyünün tadı kaçtı ve takımdan ayrılma kararı verdi. Kendisine özel düzenlenen bir törenle giydiği 25 numaralı forma emekli edildi ve İngiliz futboluna kattığı yarardan ötürü şovalye ilan edildi. Chelsea'de 229 defa forma giydi ve  59 gol attı. Son golünü, son maçında Liverpool'a karşı inanılmaz bir dribling ile atması taraftarı onun gözünde daha da yüceleştirdi. Duran topların usta ismiydi, ince pasların adamıydı, sihirli dokunuşlara sahip bir büyücüydü her şeyden önce ise tam bir centilmen ve kusursuz bir kaptandı.

Chelsea'den ayrıldıktan sonra Serie B'nin ve doğduğu Sardinya şehrinin yolunu tuttu. Cagliari forması giydi. 74 defa Cagliari formaı giydi ve 22 gol attı. Kariyerinin 193 golünü Juventus'a attı ve Haziran 2005'te 38 yaşında emekli oldu.









Emekliye ayrılmasına en çok basınımız üzüldü çünkü her transfer döneminde Zola, kaç yaşında olursa olsun, mutlaka Fenerbahçe'ye geliyordu. Artık iki-üç seneye kalmaz teknik direktör olarak getirilir.

4 Mart 2011 Cuma

AKMAREUL BOATDA (I SAW THE DEVIL)



İzlediğim en güzel filmlerin beşiği; Güney Kore. Arkadaş; bu adamlar yazıyor ve oynuyor. IMDB'de an itibariyle puanı 8.0 olan ve sinemalarda gösterime yeni giren filmin yönetmeni A Tale of Sister (2003) ve A Bittersweet Llife (2005) filmlerinden tanıdığımız dahi yönetmen Ji-Woon Kim. (bu arada yönetmeni olduğu 1998 yapımı The Quite Family filmi pek bilinmez buradan hemen önereyim sizlere) Filmin başrol oyuncuları ise Oldboy amcamız Min-sik Choi ve A Bittersweet Life'ta şiir gibi oynayan Lee Byung Hun. Neyse efendim bu sikli isimleri bi kenara bırakırsak, filmin konusuna şöyle bi giriş yapalım.

Filmin en başı gerçekten oldukça başarılı. Ön sevişme yapmadan konuya giren filmimiz genç ve güzel kadınları bulup onlara tecavüz ederek, bedenlerini parçalayan psikopat bir seri katili anlatıyor. -Bu arada filmde psikopat bir seri katili oynayan Oldboy amcamız gerçekten döktürüyor- Bir gün yine rutin kesme, doğrama ve parçalama işlerini yaparken uçsuz bucaksız bir tarla da en son öldürdüğü kadının parçası bulunuyor. Sonra ise dedektifler tarafından araştırılıp, kadının kimliği tespit ediliyor. Kadının Güney Kore gizli servisinde çalışan bir ajanımızın nişanlısı olduğu ortaya çıkınca filme heyecan geliyor. Buradan sonra ajanımız çektiği acının daha fazlasını çektireceğine and içiyor, intikama yemini içiyor ve seri katilimizi bulmayı hedefliyor. Film aslıda bu sahnede sağ gösterip sol vuruyor, çünkü film boyunca adamı arayacağını sanıyorsunuz ama katil kolay bulunuyor. Ajanımız seri katili tam iş başındayken yakalıyor ve bir güzel dövüyor. Fakat öldürmüyor, çünkü katilimizin acı çekmesini istiyor. Ve baygınken yedirdiği ufak bir çiple artık izini sürmeye başlıyor. Seri katilimiz her tecavüz öncesinde intikam arayan ajan tarafından bulunup eşek sudan gelinceye kadar dövlüyor.

Filmin sonlarına doğru yaklaşırken Bizzet'in Habenera'sını Maria Callas'tan dinleyerek bir öldürme girişimi izliyoruz ve  başından beri gittikçe artan şiddet sahnelerinin doruğa ulaştığını görüyoruz. --- Bu arada bi parantez açmak gerekirse bu filmi yüksek dozda şiddet içerdiği için eleştirenlerin ben sinema bilgisinden şüphe ederim. Arkadaş tamam, şiddet içerebilir ama daha vahşileri, daha kanlıları, daha insanlık dışı olanları var ulan. "Cannibal Holocaust"  ya da "Salo o le 120 Giornate di Sodoma" filmlerini hiç mi izlemedin? Film gerçekten sert ve kanlı bi film, kabul ediyorum. Ama her sert filme "aşırı şiddet içeriyor bıy bıy bıy" diyerek eleştiri sunamazsınız. Üstelik filmin her noktasındaki şiddet gerçekten Oldboy'un sonundaki gibi aşırıya kaçmamış ve sindirilebilir, mantıklı bir şekilde doruk noktasına ulaşmış. ----

Filmin son bölümünde, film sırf felsefeye girebilmek adına bitmesi gereken yerde bitmemiş. Bence seri katilimiz polise teslim olduğu zaman film bitmeli ve son sahnedeki felsefe içeren göndermeler yapılmamalıydı fakat yönetmen burada kendi fikirlerini ortaya çıkarmak adına filmi uzatmış ve çarpıcı son sahnesi ile yine de "helal olsun amına koyim ya ne film yapmışlar" dedirtmeyi başarmış.

Filme geritilebilecek en büyük eleştiri az önce dediğim gibi gereksiz yere uzatılmış olması; fakat bu noktayı filmin son sahnesi kurtarıyor. Filme getirilecek en son eleştiri ise klişelerle dolu olması. Bu eleştiri için "İntikam filmlerinin babası Güney Koreliler amına koyim neyin klişesinden bahsediyorsunuz, adamlar sonuna kadar kullanırlar" fikrimi her türlü savunmaya hazırım. Çünkü çektikleri bir intikam filmi başka bir intikam filmine benzemiyor. Hepsi kendi içinde özgün ve güzel anlatımlara sahip.

Bir de eklemek gerekirse film bana Dexter'ın efsanevi 4.sezonunu andırdı. Belki senaryo bir şekilde Dexter'dan etkilenmiş olabilir ve yahut 4. sezonun özellikle son bölümünden ilham almış olabilir.

Özet geçecek piç olarak şunu söylemem gerekirse en az 2 defa izlenilmesi gereken filmlerin başında geliyor. Görüntü, kurgu, anlatım ve üst düzey oyunculukları sebebiyle kaçırılmaması gereken film.

10\8

26 Şubat 2011 Cumartesi

Dünden Bugüne Maskotlar(2): Avrupa Şampiyonası


Gepetto Usta'nın evladı ve aynı zamanda İtalya Avrupa Futbol Şampiyonası'nın maskotu Pinocchio. İlk Avrupa Futbol Şampiyonası maskotudur. Doğum Tarihi aslında 1881 ve Carlo Lorenzi'nin klasikleşmiş eseri olan Pinocchio'nun futbola giriş tarihi 1980'dir. Basit çizgilere sahip olup, çıplak olan Pinocchio'nun uzuyan burnunun renkleri İtalyan bayrağının renkleridir. Bence oldukça sevimlidir ya da ben Pinokyo'yu çocukken okumaktan hiç bıkmadığım için öyle düşünüyorum.


 İşte 1998 Footix'in zibidi dayısı Peno. 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası Fransa'nın maskotudur. Giydiği forma zamanının Fransa milli takımı forması olup, kendisi fiziken ünlü Fransa Horozu'na göndermedir. Fransızlara "Nedir bu Fransa Horuzu takıntınız amına koyayım" diyesim geliyor, "o kadar Paris'iniz var, Eyfel'iniz var siz gidip horozdan medet umuyorsunuz amına koyayım" diyesim geliyor, ama işte diyemiyor insan. EURO 2016 da Fransa'da yapılacak bakalım horozları üç kardeş yapacaklar mı?


Karşınızda 1988 Avrupa Şampiyonası'nın maskotu Berni. Ev sahibi Batı Almanya'nın düzenlediği turnuvada maskotun ilham kaynağı Almanlar'ın ünlü beyaz dev tavşandır. Burada Berni dev tavşandan daha çok sağlam sol açık gibi çizilmiş. Bugs Bunny'e benzemesi ve zamanıın Batı Almanya formasını giydiği dikkatlerden kaçmasın.




Karşınızda 1992 İsveç Avrupa Futbol Şampiyonası maskotu The Rabbit. Bencedirek çakma ve bir Berni değil. Hep merak ettim hangi mantıkla aynı tavşanı bir daha maskot yapabildiler diye ama sanırsam o zamanlar pek ünlü bir reklam aracı değildi maskotlar. Yine de abisi Berni bir sol açıksa kendisi de pekâla kısa boylu, hızlı koşan piç forvet olabilir.




Bu sevimli aslan 1996 İngiltere Avrupa Futbol Şampiyonası'nın maskotu Goliath. 1966 model amcası Willie gibi o da ünlü İngiliz Aslan'ından esinlenmiştir. Uzaktan bir hacı amca tipi var, giydiği alt eşortman da gözlerden kaçmıyor. Forması zamanının İngiltere Milli Takımı formasıdır. Bence sevimli ve şirindir.


Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'un hecelerinden oluşan, şeytan kaşlı, mızrak kuyruklu, hoş bakışlı,ve bayrak yeleli bu aslanın adı Benelucky. Bence yapılmış en orjinal maskot. Çünkü küçücük aslanımızda az önce saydığım kadar gönderme var ve göze batmıyor. Adı da oldukça orjinal ve yaratıcı. Adının sonundaki "Be LuckyEURO 2000'nin ev sahibi takımlarının (Hollanda-Belçika) sloganıydı.


Bu götüyle top durduran zibidinin adı Kinas. 2004 Portekiz Avrupa Futbol Şampiyonası'nın resmi maskotu olan Kinas tahmin edilebileceği gibi Portekiz forması giyiyor. Götüne gelen top ise EURO 2004'ün Final topuna göndermedir. Ellerinin pek bi kaslı oluşunu genç yaşına ve sevgilisizliğine veriyorum.
Bu iki kanka Trix ve Flix. Avusturya ve İsviçre 'de düzenlenen EURO 2008'in maskotu olan bu ikili bence oldukça yapay. Giydikleri 20 ve 08 numaralı formalar yılları ve ülkelerinin renklerini temsil ediyor. Bu maskotun bir özelliği de ilk defa seçilmiş çiftli bir maskot olması. Açıkcası oldukça yapaylar.

Yine bilgisayar, yine olmamış ve taklit denilen maskot. İşte Benelucky'nin farkı burada ortaya çıkıyor. Orada da iki ev sahibi olmasına rağmen gerçekten akıl dolu bir maskot düşünülerek parmak ısıttırmış, forma numarası gibi kolaylıklara kaçmamışlardı. Bu maskotların henüz isimleri yok. Kendileri gelecek sene Polonya ve Ukrayna'da düzenlenecek EURO 2012'nin maskotları ve formalarındaki numaraların düşünce biçimi de dahil olmak üzere çoğu özellikleri Trix ve Flix'ten esinlenme ya da çalıntı. Bunu düzenleyen şirket ise Hollywood'un ünlü yapımcısı Waner Bros.
Neyse efendim çalıntısı, çırpıntısı bizi ilgilendirmiyor. Şu iki piçi uzaktan izlemeyelim, orada bulunalım bana yeter diyerek de sosyal mesajımı veriyorum.

25 Şubat 2011 Cuma

Dünden Bugüne Maskotlar(1): Dünya Kupası

                                                    
                                               
 Karşınızda 1966 İngiltere Dünya Kupası maskotu Willie. İngiltere'nin simgesi olan aslanı temsil ediyor. Kendisi ilk Dünya Kupası maskotu olma özelliğini taşıyor. Atari oyunlarından çıkma gibi çizgileri, delikanlı bir yürüyüşü var.



 Bu sevimli çocuksa 1970 Meksika Dünya Kupası maskotu Juanito. Adını Meksika'nın ve Real Madrid'in unutulmaz efsanevi golcüsü olan Juanito'dan alır. Futbolcu Juanito'nun sonu oldukça üzücüdür; trafik kazasında vefat eder. Bugün her 7. dakika girişinde Real Madrid tribünlerinde adı zikredilir. Milli değer olarak şapka kadar önemlidir yani Meksikalılar için.


Bu civanmert dişlekler ise 1974 Almanya Dünya Kupası'nın maskotları Tip ve Tap. Juanito gibi bunların da yanakları allanmş fakat fazla kaçmış sanırım. Bence dönemin en ünlü iki Alman futbolcusundan, Franz Beckenbauer ve Gerhard Müller'den ilham alınmışlar.


Bu, küçük kardeş tipli dostumuz ise 1978 Arjantin Dünya Kupası'nın maskotu Gauchito. Kafasındaki kovboy şapkası ve formasındaki Puma amblemi ile ayakkabılarındaki klasik Puma dizaynı gözden kaçmıyor. Top sektirirken çekilmiş fotoğrafları da var. O seksi pozlar için tıklayınız.



Bu portakal kafa ise 1982 İspanya Dünya Kupası'nın maskotu Naranjito. Resmen ortasahaya koy pas alsın, pas versin tipi var. Şimdi futbolcu olsa Galatasaray'da baya iş yapar gibime geliyor. Çoraplarının sarı kırmızılığından mıdır nedir ben hep bu çocuğu Galatasaray'lı olarak hayal ettim küçükken. Şahsen en sevdiğim iki maskottan birisidir.


Bu sempatik reyiz Juanito'nun abisi, Pique. 1986 Meksika Dünya Kupası'nın maskotu olan Pique görüldüğü gibi bir biber. Justin biber, Justin biber diyenlere "alın size biber, alın size sempati amına koyim" diyerek versek ayıp etmeyiz. Açık ara en sevdiğim maskottur.

Üşüyoruz Pique Reyiz.



Bu "şey" 1990 İtalya Dünya Kupası'nın maskotu, Ciao. En anlamsızca bulduğum maskot, sadece adı manalı geliyor. İtalyanca hem merhaba hem de güle güle anlamına gemekte. İlginçsin Ciao, çözemedik hala seni. Zaten kupa da sik gibi geçmişti.



Bu kendini beğenmiş köpek 1994 Amerika Dünya Kupası'nın maskotu, Striker. Hep itici gelmiştir. Kendisi bir Loney Tunes çakmasıymış gibi duruyor. Giydiği renkler Amerika bayrağını temsil etmekte ve bence mahallenin zengin piçiymiş izlenimi veriyor.


Karşınızda enerjik horoz Footix. Ben bu horozu her zaman Ricky Martin'e benzettim. Sanırım bu benzetmemin sebebi o zamanlar Ricky Martin'in çok ünlü olması ve Dünya Kupası resmi şarkısını söylemekten ileri gelmektedir. Ya da Ricky Martin, horoza benziyordu.; tartışırım. Elindeki futbol topu Dünya Kupası'nın resmi topu olup, Adidas'a gönderme. Adı ise Asterix'e gönderme.



Bu canlılar bilgisayar üretimi ve tahmin edilebileceği gibi yüksek Japon teknolojisi ürünü. 2002 Güney Kore-Japonya Dünya Kupası'nın maskotları. İsimleri Ato, Kaz ve Nik. Bu maskot Güney Kore ve Japonya'daki McDonald's şubelerindeki oylamalarla seçilmiş. Affedersiniz ama yarrak gibilermiş. Türkiye'deki kebapçılarda yapılsaydı oylama Pique gibi bir reyiz daha kazanabilirdi futbol, kısmetsizlik olmuş.


Gördüğüm en saçma aslanı takdim edeyim size: Goleo. Elindeki topun ise bir adı var: Pille. Bana ilk gördüğümde "Bu Adamlar Nereye Bakıyor" filmini hatırlatmışlardı. Bu iki ortak 2006 Almanya Dünya Kupası'nın maskotlarıdır. Kimse kusura bakmasın ama 66 model Willie daha gerçekçi bir aslan. Bu arada Goleo'nun ismi Gol ve Leo'dan geliyor.


Bu ukala bakışlı çocuğun adı Zakumi. Kendisi bir leopar ve üzerindeki renkler Güney Afrika'nın renklerini temsil ediyor. İsmi Afrika'nın plaka kodu olan ZA ve yerel dilde leopar anlamına gelen KUMİ kelimelerinden almaktadır.

Sonuç olarak eskiden yaratılan kahramanlar gerçekten orjinallermiş ki buna Ciao da dahil. Zaman geçtikçe, bilgisayar işe karıştıkça gerçekten bu orjinallik ve güzellik ivmesi dibe vurmuş aynı oynana futbol ve şu anda içinde bulunduğumuz futbol sistemi gibi.

Eskiler çoğu zaman iyidir dostlar.

ORPHAN: Something Wrong With Esther


Korku filmleri iki sebepten dolayı izlenilmez; ya korkuyorsunuzdur ya da kormuyorsunuzdur. Korkanlara diyecek bi lafım yok ama korkmayanlar -ki nadiren korkarlar- filmlerde yüksek dozaj gerilim isterler. Bu manada Orphan ( Türkiye'deki adıyla Evdeki Yabancı) sınıfı pekala geçebiliyor. Film 2009 yılında gösterime girdi ve filmin yapımcı şirketi Dark Castle Entertainmet gittikçe kendi çıtalarını yükseltiyor. Türkçe adlarıyla bildiğimiz Lanetli Tepe, 13. Hayalet ve Hayalet Gemi adlı filmlerin de yapımcısı olan şirket bu filmle kendi çıtalarını epey yükseltmiş.

Acıma yetime döner koyar götüne temalı filmin giriş kısmında ailenin hikayesini ve annenin geçmişte bir bebek düşürdüğünü öğreniyoruz. Yaşadıklarından sonra küçük bir kız çocuğu evlat edinmeyi planlayan aile bu maksatla yetim kızlar yurduna gidiyor ve yaşıtlarına göre olgun olan Esther'i evlat ediniyorlar. Açıkcası filmin buraya kadar olan kısmı gerçekten başarılı bir kurguya yelken açtığımızı gösteriyor. Daha sonra ise Esther'in gülücüğünün sevimliliğini düşünerek iyi ya da kötü olduğunu idrak etmeye çalışıyoruz ve Esther'ı gerçekten merak etmeye başlıyoruz. İşte buradan sonra Esther'in çekmecesinden çıkan incil ile Esther'in şeytani güçlere sahip olduğunu sanıyoruz. O sırada gerçekten çok korktum. Tabi ki haçtan ya da rengi kararmış İncil'den değil, tipik bir Exorcist olması ve gözüyle insanları öldüren donuk bakışlı küçük kız olduğunu düşünmek 50 dakikalık korkutucu bir zaman kaybıydı benim için. Fakat Esther'deki yanlışlık o yönde gitmedi. Filmdeki sağır küçük kızın masumiyetini kullanan Esther kötülüğün amına koymaya başladı. Artık gülüşünün yapaylığını anlıyoruz ve film bizi içine çekmeye başlıyor. Ama bu noktadan sonra ard ardına gele klişeler filmi bayağılaştırıyor. Filmin ortası gerçekten olmamış. Tipik gerilim filmi oluveriyor. Bir anda ses yükseltip insanı korkutmaya çalışmak, gereksiz yere gerilim müziği ile adrenalin arttırmaya çalışmak,  annenin eski bir alkolik olduğunu öğrettikten sonra tekrar alkole başlamasını sağlamak, annenin Esther'i çözdükten sonra kimseye kendisini inandıramaması gibi klişeler gerçekten baya sıkıyor ve filmi sadece sonu için izlemeye başlıyorsunuz.

Sona geldiğimizde ise Esther'in gerçekte ne olduğunu öğrenmemiz şok edici oluyor. Film boyunca işlenilen ayrıntılar gerçekten güzel biçimde işlenmiş ve bir sonuca bağlanmış olması mutluluk verici fakat son sahnelerinde de boy gösteren ve filmin genelde baş belası olan klişelerin bu sefer amına koyuyorlar ve dibini görüyorlar. "Klişe ne demektir?" sorusunu öğrenmek isteyen küçük kardeşinize bu filmin son sahnelerini izlettirebilirsiniz.

Özet geçecek piç olarak şunu söylemem gerekirse; gerçekten efsane olacak bir film klişelerle harcanmış, boş yere uzatılmış. Güzel çekimlerin olduğu bazı sahnelerde insan tatmin oluyor. Esther'i oynayan kızın (Isabelle Fuhrman)  gerçekten 11 yaşında olduğunu hatırlatalım ve umut verdiğini söyleyelim.  Film boyunca "Nerden tanıyorduk abi biz bu kadını?"  sorularının muhattabı olabilecek anne rolündeki Vera Farmiga'yı Up in the Air'dan tanıyoruz. Ve bu filmde de gerçekten iyi bir performans sergiliyor. Filmin yönetmeni ise İspanyol Jaume Collet Sera'yı Unknown ve GOAL 2 filmlerinden tanıyoruz. Klişenin amına koyduğu için çektiği güzel çekim sahnelerden dolayı kendisine teşekkür borcumuz bulunmuyor.

Sonuç olarak filmi izlemeyi öneriyorum, gerileceksiniz ama sonunda klişelerden rahatsız olacaksınız. Sadece sağır küçük kız olan Maxine'nin şirinliği ve Esther'in oyunculuğu için izlenilebilir bir film.



5.5\10


---filmle ilgili bazı gerçekler, spoiler---

Esther'in kullandığı silah bir Smith & Wesson m-36 olup sadece 5 tane mermi alır. Esther 5 defa ateş ettikten sonra silah Maxine'nin eline geçiyor ve ilahi bir şekilde Maxine olmayan 6. mermiyi ateşliyor.

Rahibe anneyi aradığında Esther ve anne arasında bir araba dururken kamera kesilip tekrar sahneye geçildiğinde o araba bir anda yok oluyor.

Anne gölden çıktıktan sonra Max'i kucakladığında saçları kuruyken bir sonraki sahnede yeniden ıslak.

Ester orjinal olarak yazıldığında nazlı, platin sarısı saçları olan bir kızmış. Fakat seçilen İsabella Fuhrman buna uygun olmadığı için bu konsepti seçmişler ve kanımca iyi de yapmışlar.

Senaryo taslağında Esther banyodayken Que Sera Sera şarkısını mırıldanıyormuş. Fakat filmde ilahi mıldanıyor.

Filmdeki Saarne Enstitüsü aslında Kanada'da bulunan bir kolejmiş ve 2008 yılında çıkan bir yangınla yok olmuş.

---filmle ilgili bazı gerçekler, spoiler---



                      

19 Şubat 2011 Cumartesi

En güzel gol, boş kaleye atılan goldür.

        
Belki bir Dünya Kupası finalinde, belki bir lig maçında, belki de deplasmanda gol atmak zorunda olduğun bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finali maçında; çok ince atılmış bir ara pasıyla, kalecinin vurduğu degaj ile ya da savunmanın yaptığı bir anlık hata ile kaleciyle karşı karşıya kalabilirsin. Öncelikle sakin olman gerekir, sonra topu iyi kontrol etmen ve pozisyona hakim olman gerekir. Golü atabilmen için kafanda planını kurmalısın ve bu kurduğun planı harfi harfine uygulamalısın. -sağ tarafa feyk atıp sola mı koşmalı, topun dibine mi girmeli, kaleciye penaltı mı yaptırmalı, plase mi bırakmalı, sert olarak köşeye mi vurmalı, pas atacak arkadaş mı aramalı- Tüm bunlar için bulunduğun konumun açısını hesaplaman gerekir. Varsa, ayaklarındaki topu etrafındaki defans oyuncularının arasından geçirmen gerekir. Hepsi topu topu iki saniye sürer. Planını düşünmen için fazlasıyla zeki uygulamak içinse yetenekli olman gerekir. Kesinlikle şansa ihtiyacın yoktur; çünkü kaleciyle karşı karşıya kaldığın zaman bu işi şansa bırakamazsın. Kaleciyi geçtikten sonra taraftarını top çizgiyi geçmeden bir saniye öncesinden sevinirmek senin elindedir. Golü atamazsan saç baş yoldurursun ve sonraki gün tüm insanlar sokakta senin kaçırdığın golü konuşur fakat bu golleri atarsan gol kralı olursun. Bunun iyi veya kötü manadaki en güzel örneği Güiza'dır, attığı zaman La Liga gol kralıydı kaçırdığı zaman ise bugünkü Güiza halini aldı. Ama bu golleri her zaman atarsan efsane bir deha yani RONALDO olursun.

Her şeyi geçtim; en güzel gol, boş kaleye atılan goldür.





17 Ocak 2011 Pazartesi

Vurulduk ey Galatasaray, unutma bu günleri!



Vurulduk ey Galatasaray, unutma bu günleri!


Çok değil daha iki sezon önce Skibbe'yi gönderip yerine büyük kaptan Bülent Korkmaz'ı getirip taraftarının önüne atarken yüreği sızlamayan adamlar tarafından; geçen sezon kurulan müthiş kadronun, müthiş teknik heyetin mimarı olan ve belki de kurulan kadroyla başarıları getirebilecek Haldun Üstünel'i sırf koltuklarına tehdit oldu diye gönderen hayasızlar tarafından; kötü gidişattan sadece kıçlarını kurtabilmek için Hagi efsanesinin arkasına sığınan korkaklar tarafından; biletini halktan önce daha çok para verenler tarafından; 175 liralık formasını 175 lira etmeyecek adamlara giydirenler tarafından; vurulduk, kandırıldık ey Galatasaray!


Stadının açılışında, çapı kulube malzemeci bile olmaya yetmeyecek bir adamın stadın ortasında Galatasaray'ın "en adam" başkanını aşağılamasına göz yuman vefasızlar tarafından; bunu ıslıklayan taraftarına nankör diyen şirketin genel müdür yardımcısı müsvettesi tarafından; yaladığı müzakerecinin götünden ayrılmayıp onurlu bir duruşa "kuş beyinli" diyen omurgasızlar tarafından; kuruşuna dizildik, asılmaya çalışıldık ey Galatasaray!


Kansızları ıslıkladığı için kendi taraftarını fişleyip, insanların yediklerinden içtiklerinden kısıp aldıkları kombineleri iptal etmekle tehdit eden yalaka bir başkan tarafından; tarihi bir açılış maçını izleyemeyecek kadar korkak bir başkan tarafından; Galatasaraylılık duruşunu biat etmek sanan köle olmuş bir başkan tarafından; iş hayatını, onuruna ve onurunun üstüne yemin ederek geldiği Galatasaray koltuğuna değişen haysiyetsiz bir başkan tarafından;koltuğunun geçmişini koruyamayacak kadar sefil bir başkan tarafından; sokakta pazardan aldığı Galatasaray formasını giyen çocuk kadar Galatasaray'lı duruşa sahip olamayan bir başkan tarafından; hançerlendik ey Galatasaray!


Maç sunmayı bilmeyen reyting düşkünü spikerler tarafından sesini kısmak istediler! "Bağımsız gazateciyim" diyerek ortalıkta dolaşan yalakaların 'eyvaaah'larına muhattap bırakıldın milyonların gözü önünde! "40 yıllık Galatasaraylıyım" diye köşesinde yazı yazan adamın "stat çevresindeki yolları yapmazlarsa" korkaklığıyla kötülediler seni! Kalem bile tutamayacak onursuzlar tarafından nankörlükle suçlandın! Korkakların, iki yüzlülerin rengini belli eden turnusol kağıdı ruhunu yırtmak istiyorlar ey Galatasaray!


Deplasmanda ve Sami Yen'de sadece beleş bilet oldukça hep seninle olduğunu gösteren magandalar tarafından; reislerine biat etmeye alışmış başkan yalakaları tarafından; maç boyunca ölü gibi tezahürat etmeyi alışkanlık haline getirmiş, cehennemi kolay deplasman haline getiren kavgacı güruh tarafından;  kendi evinde öldürülmeye çalışıldın ey Galatasaray!


Sırtındaki 10 numarayı taraftarının verdiğini unutan; taşıdığı armayı aşağılayan adamları yuhalayan taraftarının arkasında duramayan; Metin Oktay'ın adamlığından, kaptanlığından, Galatasaraylılığından nasibini alamamış, bir bez parçasını koluna takan adam tarafından kandırıldın ey Galatasaray!


Her işe siyaset karıştırdığı yetmezmiş gibi şimdi bir de futbola siyaset karıştırmaya çalışan bir başbakan tarafından; sağındaki ve solundaki köpekleriyle, kulubünün değerlerine ve onuruna saldırmaya çalışan bir başbakan tarafından; "tek kuruş yatırımının olmadığını" iddia edip kazandığın başarılarını görmezden gelen dini ve imanı para olan bir başbakan tarafından; ruhunu ve taraftarını, verdiğini iddia ettiği 450 milyon lira ile satın almaya çalışan ama ruhumuzun yerine sadece şehrin göbeğinde 450 milyon liradan daha değerli bir araziyi aldığını anlatmayan şark kurnazı bir başbakan tarafından; kendisinin padişahlık demokrasisinin Galatasaraylılığa yetmeyeceğini hala anlamaya çalışmayan bir başbakan tarafından; sindirilmeye, bitirilmeye, tüketilmeye çalışılıyorsun ey Galatasaray, unutma bu günleri!


Galatasaray taraftarlığı, Galatasaraylılık duruşu hak edilir! Kötü gününde askıya almazsın, baskıya boyun eğmezsin çünkü sen taraftarsın, üstelik sen Galatasaraylısın. Senin desteklediğin o arma kulüp hainliği bir kenara, vatan haini Ali Kemalleri gördü! Senin desteklediğin o arma, sahada kazanılmış zaferlerden önce cephede kazanılmış zaferleri gördü! Senin desteklediğin o arma, kriz zamanlarında halkının umut kaynağı oldu, deprem zamanında prefabrik evlerde izlenilen televizyonların içinden halkının tutunacak dalı oldu! Sizler yiğidi kuru soğana muhtaç etmeden önce Galatasaray vardı ve bugün yiğidi kuru soğana muhtaç etderken de ıslıklandığınız ve ıslıklanacağınız yerde Galatasaray var! Galatasaraylılık işte bunları bilmektir!

Son olarak Galatasaray taraftarı ve taraftarının ruhu olmazsa, Galatasaray'ın ne büyüklüğü kalır ne de götünüzün altındaki koltuklarınızın değeri kalır!


Ve;


Sonsuza dek sürecek bizim aşkımız
Biz galatasaraylıyız
Herkes gider biz kalırız
Biz Galatasaraylıyız...


Başka bir Galatasaraylı Uğur Mumcu'ya selamlar olsun...